Etiket: Van Yazıları
İster seçilmiş, ister atanmışların tepesinde bulundukları idare aygıtının günah keçileri olan liderler kamuoyuna karşı tek başlarına hesap verirler. Sonunda kimi seçimle, kimi kararname ile gelip giderler. Bu bağlamda işleri hiç de kolay değildir. Çünkü o “idare aygıtı” öyle derin, öyle karmaşık, öyle anlaşılmazdır ki, en basit bir evrakın “gereği” olan cevap yazısını yazmak yılları bulabilir. Yolun ortasındaki bir çukuru doldurtmak unutulabilir. Üstelik bu idare aygıtı mülki anlamda şuraya, idari anlamda buraya, bilmem hangi kanunun, kaçıncı maddesine göre de oraya bağlıdır. Senelerini bu işe vermiş “üstatlar”, idare mahkemeleri, idareciler, akademisyenler bile bazı konularda yıllanmış ihtilaflara sahiptir. Çünkü kanun koyucunun kendi eli ile başına çorap örüp, tepesine de astığı kılıçtır Bürokrasi. Evrakıyla, çay altlığıyla, sumeniyle, ıstampasıyla, zimmet defteri ile, bütçesi ile, tabi olduğu mevzuatın kompleksliği ile, siyaseti ile, dedikodusu ile başından sonuna koca bir hayalet vesselam. Neden mi? Basit: Mesela içine düştüğümüz çukurun, hani düşmanımızın olsa, bir haftada kapanacakken, sebebini bilmediğimiz, bilinmeyen bir ruh tarafından bir türlü kapatıl(a)mamasıdır. Ne var ki, bu “kötü ruh” nice liderin başını yemiştir. Kamuoyu, liderimiz iyiydi de, ekibi kötüydü demez, diyemez. Ya da liderimiz iyiydi de “o diğeri” izin vermiyordu da demez.
Eski Yunan’da bir adet varmış; Bir köprüyü inşa eden mühendis, köprü iskeleleri sökülürken dibinde oturtulurmuş, köprü kötü inşa edilmiş ise ise direkt onu yapan mühendisin başına çökermiş. Bu yüzden hiç bir mühendis, kötü köprüler inşa etmeye cesaret etmezmiş. Şimdi bunu uygulamak mümkün değildir günümüzde, ama daha beter bir köprü vardır başlara çöken, ama seçimden seçime, o da; Sandık…
Başlara köprü iskeleleri yıkılmasın diye güzel bir zırh var: Şeffaflık. Bu zırh korur, ama ağırlığı yüzünden kimse pek giymek istemez. Oysa şeffaflık aynı zamanda öyle güçlü bir reçetedir ki, bir işi gerçekleştirememiş bir lider dahi açık yüreklilikle, bu işin neden olmadığını, neden olamadığını, samimiyetle, eğrisi doğrusuyla vatandaşına paylaşsa (tabii ki medya yolu ile), o karmaşık bürokratik dilin arkasına saklanmasa kamuoyu bu hakkaniyete mukabil o işi “oldurtmayanlara” cevabını verecektir. Belki tek yürek olacak, o işi oldurtacaktır. Neticede liderler de onları seçenler de insandır. Örnekleri vakidir, her ne kadar aktörleri farklı da olsa; Demokrasiye balans ayarı yapmaya çalışanlara balans ayarını halk iradesi vermiştir mesela. İlla bir siyasi partiye boncuk takmak anlaşılmasın, aynı halk iradesi bu kez, Urfa’da “illa şunu seçeceksiniz” diyen iradeye de balans ayarı vermiştir. Yani her kim irade-i halka dik durmuş ise, “tiz kellesi vurulmuştur.”
Şeffaflık olgusu ne kadar kutsanırsa kutsansın, siyasetin kendimize benzettiğimiz zemininde; şeffaflıkla bir hatayı veya eksikliği kabul etmenin “kendi topuğuna sıkmak” ile bir tutulmasından dolayı, kimsenin rasyonel nedenlerle buna yaklaşmamasını haklı bulabiliriz. Bu gerçek, en uç farklı noktalarda olanların dahi, gizli bir ittifakına neden oluyor; adı da ‘suskunluktur’. Susup, gündemin değişmesini bekleyen bir siyasi anlayışın gelenek haline gelmesi pek tabii ki, unutturulması gereken gündemler olduğunda bu kez onlar yerine ‘bomba’ patlatılmasını gerektiriyor. Neticede, haber okumaktan, uzman yorumları dinlemekten zihni bitap düşmüş, birçok büyük olayın kronolojik sırasını dahi unutmaya başlamış ve gerçekçi yorumlar yapmakta zorlanan, manipülasyona açık, yanlış anlamaya ve öfkeye hazır bir kamuoyu tesis ediliyor kasten veya gayrı ihtiyari olarak. Ama aynı sessiz ittifakın sahipleri, şeffaflık zırhını giymediklerinden, eğer inşa ettikleri köprü de kötüyse bir de, iskelelerin altında ezilmeye mahkûmdur. Çünkü gündem manipülasyonları ve bildik pazarlama teknikleri ile yönlendirildiği zannedilen irade-i halk, cevabı vermekte hiçbir zaman gecikmemiştir.
Türkiye’de depremler olur, ölenler ölür, tüm millet seferber olur, devlet elinden geleni yapar. Yardımlar gelir, dağıtılır, depremin yaraları sarılınca demeyeceğim, kalanlar için deprem fikri artık bezginlik vermeye başlayınca, insanlar imkanlar ölçüsünde yavaş yavaş eski hayatlarına geri dönmeye başlarlar. Tabii ki bulabildikleri kadar… Nitekim kiminin evi yıkılmış, kimi işinden olmuştur.
Sonra taşlar yerine oturur. Neyse ki insan olarak unutmak gibi güzel bir huyumuz var. Ve bizler bir zaman sonra hani depremin attığı imzalar kalmasa depremi hafızalarımızdan sileriz.
Süreç budur. Bundan sonra ise süreç olarak adlandırılabilecek pek az şey yapılır. Depremler ve diğer afetler ise koyun sürüsüne dalan kurtlar gibi, ara sıra gelip kurbanlarını alır gider. Sonunda biz bunların hepsine takdir-i ilahi deriz.
Türkiye’deki depremlerden sonra depremler adına yapılanların veya yapılmayanların dökümünü uzun uzun incelemeye hacet yok. Nitekim sonuçlar ortada. Evet, deprem sonrasını öğrendik, arama-kurtarmayı öğrendik, kriz yönetimini öğrendik… Ne kadarına inmiyorum. Teknik konudur nitekim. Ancak deprem öncesini, yani devlete eliyle yapılması gerekeni değil de devletin denetlemesi gereken kısmını bir türlü öğrenemiyoruz… Eğer öğrenseydik, Van’da evet hasarlı binalar olabilirdi ancak yapılar tabuta dönüşmez, bunun yerine içinde oturanların canını koruyarak fonksiyonunu icra ederdi. Tabii ki bunun mesulü de depremde ölenler değil, en azından bir önceki ağır bir depremden sonra ülke genelinde tedbiri alması gerekenlerdir.
DEPREM İÇİN TEDBİR ALAMAMAK AYNI ZAMANDA DİNİ BİR PROBLEMDİR!
Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne, tabiri caizse ülke olarak kendimizi bildiğimizden beridir, deprem olgusu ilk ağır tokadını attığından beridir, bir sonraki sınavda sınıfta kalmamak için tedbir alması gerekenlerdir. Topu kolay yoldan siyasete ve bürokrasiye atmak yok… Çünkü depremlerde can almayan binaları inşa etmeyi öğrenememek Türkiye’nin partiler üstü sorunudur. Çünkü sosyal, insani hatta dini sorunudur. Evet, kutsal kitabında “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” diye yazan bir dinin mensupları olarak bizler yıllardır bu ayetin tersini yapa yapa kazandığımız günahlar bir yana hep canımızdan olduk. İşte o yüzden depremlerle yaşamayı öğrenememek bir dini problemimizdir de.
VAN’DAN SONRA SIRA KİMDE İSE ONLARA ŞİMDİDEN ACIYALIM
Anadolu coğrafyasında, depremlerin periyodunu bilmesek de ortalama olarak bu coğrafyada yaşayan her insanın ömründe karşılaştığı en az bir büyük deprem olduğunu öğrendik. İlla kendisi yaşamasa da, tanığı oluyor. Gölcük, Dinar, Bingöl sonunda da Van… Kesinlikle ama kesinlikle bu depremler de durmayacak, kim bilir eğer ölmezsek Anadolu’da bakalım nerede büyük bir deprem yaşayacağız. Şimdiden konuşalım: Olmuş bitmişi konuşmak yerine, daha olmamışı, ancak yüzde yüz olacağı konuşalım, tedbirini alalım. Sonraki kurbanlar torunlarımız da olabilir. Ya da şimdi kucaklarımızdaki bebekler. Bunlara acımıyor muyuz? Bunların ölmemesi için ne yapılabilir?
Sorunun cevabı Van’da yatıyor. Evet, Van kendinden önce, tıpkı diğer iller gibi, kendisi için kimse bir şeyler düşünmediği için bugün yaşadığımız ıstırapları yaşıyor. Ancak inanıyor ve temenni ediyoruz ki bu sonuncu olacak. Bir daha çadırkentler görmeyeceğiz… Nasıl mı? Çünkü Van bundan sonra aynı hataya düşmeyecek, “işini sağlam yapacak”. Tabut müteahhitlerini tarihinden silecek. Bir daha deprem olsa, tek canını kaybetmeyecek. Bunu başarırsa eğer, bugüne kadar Türkiye’de bir türlü başarılamayanı, depreme dayanıklı yapı inşa etmeyi öğretecek. İşi biten binaları da depremden önce yıkmayı da öğretecek. Böyle inanıyor, böyle inanmak istiyoruz.
Bunu başarmak zorundayız. Çünkü Van depremin yaşanabileceği en kötü iklimde, en kötü şartlarda depremi yaşadı. Depremden daha büyük bir afeti ise yaşamaya devam ediyor o da: Kahredici bir soğuk.
Torunlarımızı seviyorsak, onlara çadır deneyimini yaşatmak istemiyorsak, artık “sağlam binalar yapmayı ve eskiyenlerini yıkmayı öğreneceğiz.”
Türkiye’de depremler olur, ölenler ölür, tüm millet seferber olur, devlet elinden geleni yapar. Yardımlar gelir, dağıtılır, depremin yaraları sarılınca demeyeceğim, kalanlar için deprem fikri artık bezginlik vermeye başlayınca, insanlar imkanlar ölçüsünde yavaş yavaş eski hayatlarına geri dönmeye başlarlar. Tabii ki bulabildikleri kadar… Nitekim kiminin evi yıkılmış, kimi işinden olmuştur.
Sonra taşlar yerine oturur. Neyse ki insan olarak unutmak gibi güzel bir huyumuz var. Ve bizler bir zaman sonra hani depremin attığı imzalar kalmasa depremi hafızalarımızdan sileriz.
Süreç budur. Bundan sonra ise süreç olarak adlandırılabilecek pek az şey yapılır. Depremler ve diğer afetler ise koyun sürüsüne dalan kurtlar gibi, ara sıra gelip kurbanlarını alır gider. Sonunda biz bunların hepsine takdir-i ilahi deriz.
Türkiye’deki depremlerden sonra depremler adına yapılanların veya yapılmayanların dökümünü uzun uzun incelemeye hacet yok. Nitekim sonuçlar ortada. Evet, deprem sonrasını öğrendik, arama-kurtarmayı öğrendik, kriz yönetimini öğrendik… Ne kadarına inmiyorum. Teknik konudur nitekim. Ancak deprem öncesini, yani devlete eliyle yapılması gerekeni değil de devletin denetlemesi gereken kısmını bir türlü öğrenemiyoruz… Eğer öğrenseydik, Van’da evet hasarlı binalar olabilirdi ancak yapılar tabuta dönüşmez, bunun yerine içinde oturanların canını koruyarak fonksiyonunu icra ederdi. Tabii ki bunun mesulü de depremde ölenler değil, en azından bir önceki ağır bir depremden sonra ülke genelinde tedbiri alması gerekenlerdir.
DEPREM İÇİN TEDBİR ALAMAMAK AYNI ZAMANDA DİNİ BİR PROBLEMDİR!
Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne, tabiri caizse ülke olarak kendimizi bildiğimizden beridir, deprem olgusu ilk ağır tokadını attığından beridir, bir sonraki sınavda sınıfta kalmamak için tedbir alması gerekenlerdir. Topu kolay yoldan siyasete ve bürokrasiye atmak yok… Çünkü depremlerde can almayan binaları inşa etmeyi öğrenememek Türkiye’nin partiler üstü sorunudur. Çünkü sosyal, insani hatta dini sorunudur. Evet, kutsal kitabında “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” diye yazan bir dinin mensupları olarak bizler yıllardır bu ayetin tersini yapa yapa kazandığımız günahlar bir yana hep canımızdan olduk. İşte o yüzden depremlerle yaşamayı öğrenememek bir dini problemimizdir de.
VAN’DAN SONRA SIRA KİMDE İSE ONLARA ŞİMDİDEN ACIYALIM
Anadolu coğrafyasında, depremlerin periyodunu bilmesek de ortalama olarak bu coğrafyada yaşayan her insanın ömründe karşılaştığı en az bir büyük deprem olduğunu öğrendik. İlla kendisi yaşamasa da, tanığı oluyor. Gölcük, Dinar, Bingöl sonunda da Van… Kesinlikle ama kesinlikle bu depremler de durmayacak, kim bilir eğer ölmezsek Anadolu’da bakalım nerede büyük bir deprem yaşayacağız. Şimdiden konuşalım: Olmuş bitmişi konuşmak yerine, daha olmamışı, ancak yüzde yüz olacağı konuşalım, tedbirini alalım. Sonraki kurbanlar torunlarımız da olabilir. Ya da şimdi kucaklarımızdaki bebekler. Bunlara acımıyor muyuz? Bunların ölmemesi için ne yapılabilir?
Sorunun cevabı Van’da yatıyor. Evet, Van kendinden önce, tıpkı diğer iller gibi, kendisi için kimse bir şeyler düşünmediği için bugün yaşadığımız ıstırapları yaşıyor. Ancak inanıyor ve temenni ediyoruz ki bu sonuncu olacak. Bir daha çadırkentler görmeyeceğiz… Nasıl mı? Çünkü Van bundan sonra aynı hataya düşmeyecek, “işini sağlam yapacak”. Tabut müteahhitlerini tarihinden silecek. Bir daha deprem olsa, tek canını kaybetmeyecek. Bunu başarırsa eğer, bugüne kadar Türkiye’de bir türlü başarılamayanı, depreme dayanıklı yapı inşa etmeyi öğretecek. İşi biten binaları da depremden önce yıkmayı da öğretecek. Böyle inanıyor, böyle inanmak istiyoruz.
Bunu başarmak zorundayız. Çünkü Van depremin yaşanabileceği en kötü iklimde, en kötü şartlarda depremi yaşadı. Depremden daha büyük bir afeti ise yaşamaya devam ediyor o da: Kahredici bir soğuk.
Torunlarımızı seviyorsak, onlara çadır deneyimini yaşatmak istemiyorsak, artık “sağlam binalar yapmayı ve eskiyenlerini yıkmayı öğreneceğiz.”
Biz rüzgara afet demiyoruz Japonlar ise depreme afet demiyor.
Hep bir marka müteahhit bulup şeytan diye ortaya koyup taşlıyoruz. İçimizdeki şeytanlar ise yaşamaya devam ediyor. Dün Veli Göçer bugün Ercişten Salih Ölmez, zihniyet bu olduktan sonra daha çok bina göçer daha çok can ölür. Ama rant hiç ölmez. Rantın var olduğu yerde teknoloji ancak reklam sloganı olarak kalıyor.Rüzgarın yıkabildiği yapılar da vardır. Teknoloji sayesine artık rüzgarla yıkılan yapılarda yaşamıyoruz deprem sonrası kaldığımız çadırları saymazsak. Japonların yapıları için ise depremle rüzgar arasında isim farkı dışında pek az fark var. Adamlar deprem olduğunda aşağı inmeye bile zahmet etmiyor.
Musibet kehaneti bilgelik değil şom ağızlılık olarak nitelendirilir. 14 Haziran 2011’de yayımlanmış bir yazımda şom ağızlılık yapmıştım Van için. Çok katlı yapıların gelişmişlik göstergesi olamayacağını maalesef söylemiştim. Ve söylemez olaydım felakete “hoşgeldin dediğimizi ” söylemiştim. Felaket ise geldi ve maalesef…
Bu saatten sonra söylenecek bir şey kalmadı. Zaten araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur.
Siyasetçisi, deprem uzmanı, mühendisi, mimarı, stk temsilcisi, müteahhiti herkes içinde “yapı stoğu, fay hattı, etriye,beton sınıfı” diye uzayan ve bir noktadan sonra akla emare-i ihtisas olarak söylendiği hissi uyandıran bu kelimelerin bol bol geçtiği konuşmaları sarf.edecek… Bizim haddimize mı düşmüş konuşmak. Ne mühendis ne gazeteci olarak.
Sonra her zaman olduğu gibi zaman gelecek gündem değişecek ve biz kimbilir hangi konuları tartışıyor olacağız…
Ta ki yeni bir depreme kadar.
Nasılsa ahirete inanıyoruz, nasılsa ölenler şehit oluyor değil mi?
Ya kalanlar. Enkazın altında veya üzerinde sağ olarak…
Posted from WordPress for Android
Biz rüzgara afet demiyoruz Japonlar ise depreme afet demiyor.
Hep bir marka müteahhit bulup şeytan diye ortaya koyup taşlıyoruz. İçimizdeki şeytanlar ise yaşamaya devam ediyor. Dün Veli Göçer bugün Ercişten Salih Ölmez, zihniyet bu olduktan sonra daha çok bina göçer daha çok can ölür. Ama rant hiç ölmez. Rantın var olduğu yerde teknoloji ancak reklam sloganı olarak kalıyor.Rüzgarın yıkabildiği yapılar da vardır. Teknoloji sayesine artık rüzgarla yıkılan yapılarda yaşamıyoruz deprem sonrası kaldığımız çadırları saymazsak. Japonların yapıları için ise depremle rüzgar arasında isim farkı dışında pek az fark var. Adamlar deprem olduğunda aşağı inmeye bile zahmet etmiyor.
Musibet kehaneti bilgelik değil şom ağızlılık olarak nitelendirilir. 14 Haziran 2011’de yayımlanmış bir yazımda şom ağızlılık yapmıştım Van için. Çok katlı yapıların gelişmişlik göstergesi olamayacağını maalesef söylemiştim. Ve söylemez olaydım felakete “hoşgeldin dediğimizi ” söylemiştim. Felaket ise geldi ve maalesef…
Bu saatten sonra söylenecek bir şey kalmadı. Zaten araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur.
Siyasetçisi, deprem uzmanı, mühendisi, mimarı, stk temsilcisi, müteahhiti herkes içinde “yapı stoğu, fay hattı, etriye,beton sınıfı” diye uzayan ve bir noktadan sonra akla emare-i ihtisas olarak söylendiği hissi uyandıran bu kelimelerin bol bol geçtiği konuşmaları sarf.edecek… Bizim haddimize mı düşmüş konuşmak. Ne mühendis ne gazeteci olarak.
Sonra her zaman olduğu gibi zaman gelecek gündem değişecek ve biz kimbilir hangi konuları tartışıyor olacağız…
Ta ki yeni bir depreme kadar.
Nasılsa ahirete inanıyoruz, nasılsa ölenler şehit oluyor değil mi?
Ya kalanlar. Enkazın altında veya üzerinde sağ olarak…
Posted from WordPress for Android
Van’ın turizmi için neler yapılmayabilir?
Tanrı Haldi razı olsun Urartulardan ve bir zamanlar Ermeni dememek için binbir dereden su getirdiğimiz Vaspurakanlardan bu yana Van’a ne kattık?
Van’ın turizmine katkı denildiğinde akla hep ilk gelen şey tanıtımdır. Peki ya sonrası? Tanıttığımız topraklar için gelen kişilerin hayal kırıklığına uğrama ihtimalinden daha korkunç ne olabilir turizm adına. Alın size Van’ı her yerde kötüleyecek bir turizm elçisi. Bu durumda tanıtım çalışmaları için Van’ın en güzel yerlerini birleştiren dökümanların doğal olarak Van’ın sorunlarını yansıtmamış olması, hayalperest bir turist için, yalan söylemesi ile eş anlamlı olabilir.
Tanıtım, turist çekmenin ilk adımıdır ve gereği fazlasıyla yapılmaktadır. Van’ın tanıtımı için hazırlanan yazılı ve görsel materyaller tatmin edici düzeydedir. İşin hakkı verilmektedir.
Ancak, Van’a gelen yerli ve yabancı turistler ilk önce “şehri” görürler. Eski bir atasözü vardır, insan zahiri ile karşılanır, batını ile uğurlanır. Bunu şehire uygularsak; bir şehir, önce şehirciliği ile karşılanır, doğası ve tabii güzellikleri ile uğurlanır. Artosa çıkmaya veya Akdamar adasını görmeye gelen birinin şehre indiğinde ilk göreceği şey, hayalini kurup plan yaptığı doğal güzellikler değildir !
Bu anlamda bir akıl tutulması vardır. Tabiri caizse Van’ımız okulunu bitirmeden işe sokulmak istenmektedir ve cv’si (özgeçmişi) olan belgelerde, görsellerde “okulu bitirmediği” yazmamaktadır. Kabul etmek gerekir ki, henüz iyi bir turistik yer olmak için yeterli olgunluğa erişmemiştir Van. Son sınıfta olabilir, başarılı bir öğrenci olabilir ancak, hep “en kolay derslerden” uzatmaktadır.
En kolay derslerin başında, temizlik, düzen, şehircilik, nezih mekanlar ve planlılık vardır. Bunlardan sınıfta kaldık !
Hoşgörü, misafirperverlik, kültürel değerlerin bakımı, korunması, tanıtımı gibi zor dersleri ise çoktan verdik.
Turizm, Allah’ın bahşettikleriyle yetinmek değildir.
Ne hikmetse, turizmi sadece Allahın yarattıkları ile sınırlı tutanlar vardır. Bu görüşe göre, Van gölü bizatihi turistik bir değerdir. Bu zihniyetin İstanbul’daki karşılığı bir zamanlar berbat kokan Haliç’i, İzmir’de ise Körfezi ortaya çıkarmışlardır. Bu zihniyet, “alın girin işte göl orada” demektedir adeta.
Etrafında çöplerin, çekirde kabuklarının, mangal küllerinin olması sorun değildir. Göl işte, gir çık…
Böyle düşünenler sözgelimi Mollakasım sahillerinde veya daha ıssız olan Gevaş Göründü köyü, İnköy gibi, Allah’ın yarattığı gibi kalmış ve insan “zehri” pek değmemiş yerlerle Edremit sahillerini bir tutuyorlarsa artık yapacak bir şey kalmamıştır. Zaten tek sorun belediyecilik veya idari işler de değildir…
Daha kötüsü, Allah’ın verdiği doğal güzelliğin üzerinde taş üstüne taş koymadan sahiplenerek, sanki kendi ürünüymüşçesine sahip çıkma pişkinliğidir.
(Resim: Hani Paris’te değil, Karsta Ruslar dönemine yapılmış bir bina, gökdelen değil… Ancak bu estetik zevk epeyce eski bu binanın yaşam kaynağı)
(Resim: Bizdeki yüksek estetik zevkimize göre inşa edilmiş ve edilmekte olan, etrafı gayet güzel çevrilmiş, yakınındaki binalara hiç zarar vermeyen yapılar. 7/24 güneşli odalar garantisi)
Allah aşkına, Akdamarın kilisesini inşa edenlerin hayrına Akdamar Kilisesi ya da Tanrı Haldi kendilerinden razı olsun Urartular’ın onca kalesi, yahut Sarı Süleyman Bey’in Hoşap Kalesi olmasa gölün ve Van’ın ne değeri olurdu. Ve daha kötü bir cümle, göl olmasa Van’ın değeri ne olurdu? Çevre illerinden farkı ne olacaktı?
Kalıcılıkta en şanslı olan sanat olan mimari ve bunun malzemesi olan “yapılar”, hakkı verildiğinde şu an Van’ımızın turizminin hayat damarları olan eserler gibi binlerce yıl fayda üretebiliyorlar. Haydi soralım o zaman, şimdi ekmeğini yediğimiz eserlerin yapıldığı son bin yıldan bu yana, yeni ne ekledik? Tapınaklar inşa edelim, kaleler kuralım demiyoruz, hiç olmazsa elli yıl sonra işe yarayacak bir parkımız, iskelemiz, ya da ürettiğimiz değer var mı?
Bunlar bir yana, adamcağızların bıraktıkları eserlerin hakkını veriyor muyuz? Bunu özellikle kale ve Akdamar’ı hariç tutarak düşünün. (Eh zaten oralar da vahim durumsa olmasın artık). Ayrıca, kadim eserlerin hakkını vermek sadece onları restore etmekten geçmiyor. Kaleye giderken gördüğünüz yol, oradaki esnaf, çıkışta gittiğiniz lokanta, cafe ve dolaştığınız şehir o eserlerin mütemmim bir parçasıdır. Halen Tanrı Haldi’ye inanıp dini amaçlarla kalelerdeki tapınakları ziyaret edenler yoksa, kale veya başka bir turistik yerde harcanan zaman, turistin şehirde harcadığı zamanın belki yüzde yirmisini geçmez.
Tüm dünyada, sahiller ve deniz gören bölgeler, kentlerin zaman geçirmek için şehrin gözbebekleri olarak “gül” gibi iken, bizde üniversite yolu civarındaki Van denizine nazır yerlerde kum ocakları, briketçiler, İskele’de çarpık yapılar, Edremitte (çimento fabrikasını saymıyorum çünkü halen bizde ekonomi > turizm, yani ekonomi turizmden büyük) ise hafta sonları mangal dumanları, hafta içi ise oturmak için bir kaç temiz yer dışında hiç bir şey…
Şüphesiz Van için vatandaşın elindeki son keyif olan mangal ve semaveri yasaklamaya girişmekle turizm şaha kalkmayacak. Ne yapılması gerektiğini, işin erbabı olanlar, memleketine sahip çıkan herhangi bir anadolu şehrinde yapılanları görerek anlıyorlar zaten.
(Resim: Erzurum’da Yakutiye Medresesinin bulunduğu meydan. Şehir içinde bu genişikte meydanımız var mıydı sahi?)
(Resim: Yorumsuz)
Ne yapılmaması gerektiği ise zaten yaşadığında her Van’lı hemşerimiz biliyor. Mesela her taraftan mantar gibi büyüyen inşaatların etrafında yolun tam ortasına serilmiş kumlara izin verilmeyebilir. Etrafı açık tehlike saçan temel kazıları olmayabilir. Sıfır asfaltın üzerinde yürüyen paletli iş makinaları olmayabilir. Yükselmekte olan inşaatlara medeni memleketlerde olduğu gibi branda çektirmek zorunlu tutularak, yukarıdan toz, demir kaynağı kıvılcımı, tuğla düşmesi engellenebilir. Yolun sonunu kapatıp başına işaret levhası koymayarak daracık sokaklarda aracınızla geri geri gitmenize neden olan, üstüne üstlük size kızan beton mikserleri şöförleri ve peşpeşe beton mikserleri olmayabilir. Şantiyesine sadece iş iyi gidiyormu diye gitmeyen, şantiyesi ile çevreye zarar veren bir şeyleri de gören, mühendisler, müteahhitler olabilir. Trafikte yol veren, ışıklara uyan, trafik polislerine cinnet geçirtmeyen yayalar ve şöförler olabilir.
(Resim: Van’da Temmuz ayında çekilmeye çalışılmış bir fotoğraf. Bu fotoğrafın çekildiği tarihte Van henüz dünyanın havası en kirli 27. şehri ilan edilmemişti. Görülen tozun kaynağı, tahmin ettiğiniz gibi inşaatlarımız)
Akşamüstü evinize giderken genzinizi yakmayan bir hava, dünya sağlık örgütünün araştırmasına göre, dünyada araştırmaya tabi bin küsür kentte, havası en pis 27. il olarak Van olmayabilir…
İçinde yaşayana, gelene, gezene, lanet okutmayan, hayran bırakacak, batıdan gelen tayinciler için şark görevi için en güzel hayal olacak şehir olarak yeni bir Van olabilir.
Ama başka bir Van olamaz. Denenmesine rağmen başka bir Bitlis olmadığı gibi.
(Önemli not: Bu ve benzeri yazılarımın yazılış amacını yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemesi adına her seferinde ifade etmeyi önemli buluyorum. Bu yazının amacı şimdiki veya önceki dönemler için Van Belediyesini, Van Valiliğini veya herhangi bir resmi kurumu karalamak maksatlı yazılmış değildir. Siyasi bir hedefi yoktur. Zaten sorunların yegane kaynağı resmi kurumlardan kadar inşaat sektörümüzdür. Sorunların kaynağının hangi kurumlar veya kişiler olduğu konusu bu yazının amacı ve işi de değildir. Takdir kamuoyunundur. Hedef, Van’ın geleceğini tehdit eden ve insaf sahibi her Van’lının kabul edeceği bu gerçekleri hatırlatmak ve bu yazıdan paye çıkaracaklar için yeniden düşünmenin temin edilmesidir. Bu problemler için sabır telakki edenlere ise denilebilecek tek şey şudur: Ne zamana kadar?)
(Dikkat: bu yazı politik değildir, ama anlatılanlar da hayal ürünü değildir)
Çarpık, kontrolsüz, zevksiz bir yapılaşmanın ortasındayız. Daha kötüsü planlamadan, hızdan ve “rasyonel olmaktan” her yönü ile uzak olduğu belli olan “yatırımların” şehri şantiyeye çevirmesiyle, şehrin bazı noktalarında tozdan “göz gözü görmüyor”.
Bir elin parmağını çoktan geçmiş olan inşaatların çokluğu ile, artık inşaatları, şantiyeleri saymaya gerek yok. Çünkü “şantiye-şehir Van’a hoşgeldiniz.”
Kamusu, özeli, kooperatifi yapsatçısı ile bir cezaevi inşa ediyoruz.
Bir kısmı kronik Polyannacı olmakla birlikte, hangi parti veya siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar bazı Van’lılar, gördükleri manzarayı “gelişme” olarak görüyor, “iman ettikleri” (oy verdikleri veya güvendikleri demiyoruz) bağladığı yerin “icraatı” olarak değerlendiriyor.
Belediye sınırları içindeki sorunlu ve bitmeyen işler belediyenin icraatı, belediye sınırları dışındaki işler ise “hökümatın” icraatları olmuş oluyor. İş iştir ! İşte bu kesim için yapılan çalışmaların, şekli, zamanı, hızı, etkinlik ve verimliliğinin önemi yoktur. Hatta bahsini yaparsanız vay halinize… Ya hazımsızlıkla, ya “entellikle” suçlanırsınız. Günahmış gibi…
Oysa sözgelimi daha 2 yılı dolmamış Van Gürpınar yolunun Van çıkışının neden bir anda kazılmaya başladığını, hemen yakınında kıyamette bile “iç kohezyonunu” kaybetmeyecek olan ve 2 metreyi bulmayan toprak yükseltinin civarına neden istinat duvarı yapıldığını merak edilmiyor. Makul açıklaması olabilir (ne zaman olmadı ki), yolun konforunun arttırılması için eğimin azaltılması amacı olabilir, ya da sıcak asfalt dökülecektir o yüzdendir…
Peki iyi de, parasal tutarlarına girip de hiç “tavşanı hatırlatmak” istemediğimiz bu yolların kaderi 2 yılda bir yapboz olması hangi “fenni şartnamede” yazar?
Van için yollar fenni şartnamesinde elbette:
“Van’da yollar 2 yılı geçmeden bozlur, eğer bozulmazsa hemen idare marifetiyle bozulmalıdır. Yoksa ödenekler geri gider”
Buraya kadar olan kısım belediye sınırları dışındaydı. Gelelim belediye sınırlarına; Sebze haline giderken yolun sağında asfalt çalışması “en azından olması gerektiği hıza yakın” şekilde bitirilirken, yolun sol şeridinin, çukur ve tozdan geçilmemesine ne demeli? Bu “sol” şeridin aylardır bitirilmemesi nedeniyle şöförler umudu kesip yukarı mahallelerdeki güzergahları kullanmaya başladılar bile.
Şimdi belediye sınırlarından tekrar çıkalım: Edremit yolu üzerinde Merit Şahmaran otelin yakınında bulunan umuma açık parkın etrafına duvar niyetine yapılan “utanç duvarı”nın yüksekliği hakkında bir fikri olan var mı? Kocaeli Belediyesince yaptırılan bu güzelim park’a illa bir bize has beceriksizlik nişanesi vuracağız. Yoldan geçerken (eğer yükseltimezse) cezaevi bahçesi zannettiğimiz bu park artık görünmüyor. Park duvarı olarak yapılan imalat bir istinat duvarı kadar bile estetikten nasibini almamış.
Tek tek sayarak okuyanı da yazanı da bıktırmamak adına sayamadığımız onlarca yol, kaldırım ve inşaatlar neden sürüncemede kalmıştır? Mali problemlerden olduğunu düşündüğümüz bu sorunlar bir yana, halihazırda çevresine saygı duyan “müteahhit ve mühendisleri” ne zaman göreceğiz.
Hiç kimse, sabahın altısında başlayan bol bağırmalı çağırmalı, küfürlü gür seslere karışan, demir sesleri, yollara istiflenmiş keresteler, kumlar, tuğlalar, briketlerden rahatsız olmuyor mu? Ya da asmolen yapıyoruz diye straforu bile “taşıyıcı sisteme” dönüştüren, Van mühendislik harikası hayalet binaların akıbetinden korkmuyor mu? Toz sayesinde, ayakkabı boyacılarının ve oto yıkamacılarının artışınını hissediyor musunuz?
Hakkaniyet esasına sadık kalarak, anlatılanları topyekün “infaz” olarak değerlendirilmemesini istirham ederim. Ancak “fikir yürütürken” elimizdeki donelerin azlığı da bizim suçumuz değildir. Çünkü Van’da kamu ve özel sektörde “şeffaflık” ve “hesap verebilirlik” sorunu vardır.
Oysa, Türkiye’de değişim geçiren kamu kesiminde tanımlar yerinden oynuyor. vatandaşların “hizmet tüketen” ve “ali idarecilerin, hikmetlerinden sual olunmaz kararlarıyla sunulan hizmetlere razı olmak zorunda” olan “pasifist” varlıklardan, sorgulayan, araştıran, eleştiren, takdir eden hatta “öneren” pozisyonuna geçiyorlar. Eleştiriye mesnet donelerini kurumların beyanlarında, herkes tarafından ulaşılabilir faaliyet raporlarında veya hiç değilse web sayfalarında “kolayca” bulabiliyorlar. Kolaylık konusunun özellikle üzerinde durmakta fayda var. Nitekim “0+000 0+300.Km. D-950 Devlet yolu “ gibi şifreli ifadeleri sadece ehli anlıyor, vatandaş değil…
Yeni kamu işletmeceliği anlayışında, vatandaşlar tam anlamıyla memnun edilmesi gereken “müşteri” olarak görülür. Bu kapsamda şeffaflık tanımına sadece “yapılan” işlerin raporlanması değil, planlanan işlerin, statejilerin, kurumsal kararların da kamuoyu ile paylaşımı şarttır. Çünkü “feodal kamu idaresi” devri bitmiştir.
BARDAĞIN DOLU TARAFINI DA GÖR DİYENLER:
Bu tür kritiklerin geçtiği ortamlarda, yukarıda değindiğimiz “polyannacı” eğilimlere sahip olan kesimlerin Van’daki şehircilik soykırımı için ağızlarına pelesenk ettiği aforizma “bardağın dolu tarafını görmektir”. Ammenna ve saddakna… İyi de bardakta “olmayan suyu” nasıl görelim. Dahası bardak bile yoktur çoğu kez !
İki iş makinası, biraz kum yığını, motor sesleri, bağırıp çağıran insanlar mıdır “iş”. Bunlar nedeniyle sıkışan bir trafikte bir de öğlen vakti park yeri bulamayan, arkasından hep bir telden kornaya basan, kırmızı ışığı geçen şöförleri, yeşil ışıkta arabalara yol vermeyen yayaları, “olmayan üst geçitleri ve otoparkları” düşününce buyrun siz “bardağın dolu tarafını görün”.
Ama ender de olsa bazı “hin” politikaları üretenler bize has, kırdılı döktülü iş tanımını bildiklerinden belki de “gözümüze sokmak” için bunları yapıyorlardır.
Değerli okurlarımızı temin ederim ki, tıpkı bundan önce yazılan yazı gibi Van’da “sokak arasında” konuşulanların özetidir. Hiçbir yere ulaşmayacak, ulaşsa değerlendirilmeyecek, değerlendirilse hakkı verilmeyecek, hakkı verilse gereği gibi icraatlar yapılamaycak olan eleştirilerin bir boyutudur. Hiçbir zaman hedefine var(a)mayacak olması hasebiyle bir monologdan farksızdır. Nitekim kuvvetle muhtemeldir ki yanlızca “mağdur” olanlar bu yazıyı okumuş ve hak vermiş olacaktır, “mağrur olanlar” değil. Bizler değerli idarecilerimizin “iyi” işler yaptıklarını bilsek de, “doğru yerde, doğru zamanda, doğru hızda, doğru kalitede” projeler yapabilme “becerilerini” tam kullanmadıklarını görüyoruz. Bütün bunları eleştirmek için de “sade vatandaş” olmak yettiği gibi, “o kadar biliyorsan sen yap” karşılığına da cevap vermek gerekmiyor. Çünkü biz idareci değiliz ! Lütfen idare edin.
(Dikkat: bu yazı politik değildir, ama anlatılanlar da hayal ürünü değildir)
Çarpık, kontrolsüz, zevksiz bir yapılaşmanın ortasındayız. Daha kötüsü planlamadan, hızdan ve “rasyonel olmaktan” her yönü ile uzak olduğu belli olan “yatırımların” şehri şantiyeye çevirmesiyle, şehrin bazı noktalarında tozdan “göz gözü görmüyor”.
Bir elin parmağını çoktan geçmiş olan inşaatların çokluğu ile, artık inşaatları, şantiyeleri saymaya gerek yok. Çünkü “şantiye-şehir Van’a hoşgeldiniz.”
Kamusu, özeli, kooperatifi yapsatçısı ile bir cezaevi inşa ediyoruz.
Bir kısmı kronik Polyannacı olmakla birlikte, hangi parti veya siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar bazı Van’lılar, gördükleri manzarayı “gelişme” olarak görüyor, “iman ettikleri” (oy verdikleri veya güvendikleri demiyoruz) bağladığı yerin “icraatı” olarak değerlendiriyor.
Belediye sınırları içindeki sorunlu ve bitmeyen işler belediyenin icraatı, belediye sınırları dışındaki işler ise “hökümatın” icraatları olmuş oluyor. İş iştir ! İşte bu kesim için yapılan çalışmaların, şekli, zamanı, hızı, etkinlik ve verimliliğinin önemi yoktur. Hatta bahsini yaparsanız vay halinize… Ya hazımsızlıkla, ya “entellikle” suçlanırsınız. Günahmış gibi…
Oysa sözgelimi daha 2 yılı dolmamış Van Gürpınar yolunun Van çıkışının neden bir anda kazılmaya başladığını, hemen yakınında kıyamette bile “iç kohezyonunu” kaybetmeyecek olan ve 2 metreyi bulmayan toprak yükseltinin civarına neden istinat duvarı yapıldığını merak edilmiyor. Makul açıklaması olabilir (ne zaman olmadı ki), yolun konforunun arttırılması için eğimin azaltılması amacı olabilir, ya da sıcak asfalt dökülecektir o yüzdendir…
Peki iyi de, parasal tutarlarına girip de hiç “tavşanı hatırlatmak” istemediğimiz bu yolların kaderi 2 yılda bir yapboz olması hangi “fenni şartnamede” yazar?
Van için yollar fenni şartnamesinde elbette:
“Van’da yollar 2 yılı geçmeden bozlur, eğer bozulmazsa hemen idare marifetiyle bozulmalıdır. Yoksa ödenekler geri gider”
Buraya kadar olan kısım belediye sınırları dışındaydı. Gelelim belediye sınırlarına; Sebze haline giderken yolun sağında asfalt çalışması “en azından olması gerektiği hıza yakın” şekilde bitirilirken, yolun sol şeridinin, çukur ve tozdan geçilmemesine ne demeli? Bu “sol” şeridin aylardır bitirilmemesi nedeniyle şöförler umudu kesip yukarı mahallelerdeki güzergahları kullanmaya başladılar bile.
Şimdi belediye sınırlarından tekrar çıkalım: Edremit yolu üzerinde Merit Şahmaran otelin yakınında bulunan umuma açık parkın etrafına duvar niyetine yapılan “utanç duvarı”nın yüksekliği hakkında bir fikri olan var mı? Kocaeli Belediyesince yaptırılan bu güzelim park’a illa bir bize has beceriksizlik nişanesi vuracağız. Yoldan geçerken (eğer yükseltimezse) cezaevi bahçesi zannettiğimiz bu park artık görünmüyor. Park duvarı olarak yapılan imalat bir istinat duvarı kadar bile estetikten nasibini almamış.
Tek tek sayarak okuyanı da yazanı da bıktırmamak adına sayamadığımız onlarca yol, kaldırım ve inşaatlar neden sürüncemede kalmıştır? Mali problemlerden olduğunu düşündüğümüz bu sorunlar bir yana, halihazırda çevresine saygı duyan “müteahhit ve mühendisleri” ne zaman göreceğiz.
Hiç kimse, sabahın altısında başlayan bol bağırmalı çağırmalı, küfürlü gür seslere karışan, demir sesleri, yollara istiflenmiş keresteler, kumlar, tuğlalar, briketlerden rahatsız olmuyor mu? Ya da asmolen yapıyoruz diye straforu bile “taşıyıcı sisteme” dönüştüren, Van mühendislik harikası hayalet binaların akıbetinden korkmuyor mu? Toz sayesinde, ayakkabı boyacılarının ve oto yıkamacılarının artışınını hissediyor musunuz?
Hakkaniyet esasına sadık kalarak, anlatılanları topyekün “infaz” olarak değerlendirilmemesini istirham ederim. Ancak “fikir yürütürken” elimizdeki donelerin azlığı da bizim suçumuz değildir. Çünkü Van’da kamu ve özel sektörde “şeffaflık” ve “hesap verebilirlik” sorunu vardır.
Oysa, Türkiye’de değişim geçiren kamu kesiminde tanımlar yerinden oynuyor. vatandaşların “hizmet tüketen” ve “ali idarecilerin, hikmetlerinden sual olunmaz kararlarıyla sunulan hizmetlere razı olmak zorunda” olan “pasifist” varlıklardan, sorgulayan, araştıran, eleştiren, takdir eden hatta “öneren” pozisyonuna geçiyorlar. Eleştiriye mesnet donelerini kurumların beyanlarında, herkes tarafından ulaşılabilir faaliyet raporlarında veya hiç değilse web sayfalarında “kolayca” bulabiliyorlar. Kolaylık konusunun özellikle üzerinde durmakta fayda var. Nitekim “0+000 0+300.Km. D-950 Devlet yolu “ gibi şifreli ifadeleri sadece ehli anlıyor, vatandaş değil…
Yeni kamu işletmeceliği anlayışında, vatandaşlar tam anlamıyla memnun edilmesi gereken “müşteri” olarak görülür. Bu kapsamda şeffaflık tanımına sadece “yapılan” işlerin raporlanması değil, planlanan işlerin, statejilerin, kurumsal kararların da kamuoyu ile paylaşımı şarttır. Çünkü “feodal kamu idaresi” devri bitmiştir.
BARDAĞIN DOLU TARAFINI DA GÖR DİYENLER:
Bu tür kritiklerin geçtiği ortamlarda, yukarıda değindiğimiz “polyannacı” eğilimlere sahip olan kesimlerin Van’daki şehircilik soykırımı için ağızlarına pelesenk ettiği aforizma “bardağın dolu tarafını görmektir”. Ammenna ve saddakna… İyi de bardakta “olmayan suyu” nasıl görelim. Dahası bardak bile yoktur çoğu kez !
İki iş makinası, biraz kum yığını, motor sesleri, bağırıp çağıran insanlar mıdır “iş”. Bunlar nedeniyle sıkışan bir trafikte bir de öğlen vakti park yeri bulamayan, arkasından hep bir telden kornaya basan, kırmızı ışığı geçen şöförleri, yeşil ışıkta arabalara yol vermeyen yayaları, “olmayan üst geçitleri ve otoparkları” düşününce buyrun siz “bardağın dolu tarafını görün”.
Ama ender de olsa bazı “hin” politikaları üretenler bize has, kırdılı döktülü iş tanımını bildiklerinden belki de “gözümüze sokmak” için bunları yapıyorlardır.
Değerli okurlarımızı temin ederim ki, tıpkı bundan önce yazılan yazı gibi Van’da “sokak arasında” konuşulanların özetidir. Hiçbir yere ulaşmayacak, ulaşsa değerlendirilmeyecek, değerlendirilse hakkı verilmeyecek, hakkı verilse gereği gibi icraatlar yapılamaycak olan eleştirilerin bir boyutudur. Hiçbir zaman hedefine var(a)mayacak olması hasebiyle bir monologdan farksızdır. Nitekim kuvvetle muhtemeldir ki yanlızca “mağdur” olanlar bu yazıyı okumuş ve hak vermiş olacaktır, “mağrur olanlar” değil. Bizler değerli idarecilerimizin “iyi” işler yaptıklarını bilsek de, “doğru yerde, doğru zamanda, doğru hızda, doğru kalitede” projeler yapabilme “becerilerini” tam kullanmadıklarını görüyoruz. Bütün bunları eleştirmek için de “sade vatandaş” olmak yettiği gibi, “o kadar biliyorsan sen yap” karşılığına da cevap vermek gerekmiyor. Çünkü biz idareci değiliz ! Lütfen idare edin.