Kategori: Van Yazıları
İster seçilmiş, ister atanmışların tepesinde bulundukları idare aygıtının günah keçileri olan liderler kamuoyuna karşı tek başlarına hesap verirler. Sonunda kimi seçimle, kimi kararname ile gelip giderler. Bu bağlamda işleri hiç de kolay değildir. Çünkü o “idare aygıtı” öyle derin, öyle karmaşık, öyle anlaşılmazdır ki, en basit bir evrakın “gereği” olan cevap yazısını yazmak yılları bulabilir. Yolun ortasındaki bir çukuru doldurtmak unutulabilir. Üstelik bu idare aygıtı mülki anlamda şuraya, idari anlamda buraya, bilmem hangi kanunun, kaçıncı maddesine göre de oraya bağlıdır. Senelerini bu işe vermiş “üstatlar”, idare mahkemeleri, idareciler, akademisyenler bile bazı konularda yıllanmış ihtilaflara sahiptir. Çünkü kanun koyucunun kendi eli ile başına çorap örüp, tepesine de astığı kılıçtır Bürokrasi. Evrakıyla, çay altlığıyla, sumeniyle, ıstampasıyla, zimmet defteri ile, bütçesi ile, tabi olduğu mevzuatın kompleksliği ile, siyaseti ile, dedikodusu ile başından sonuna koca bir hayalet vesselam. Neden mi? Basit: Mesela içine düştüğümüz çukurun, hani düşmanımızın olsa, bir haftada kapanacakken, sebebini bilmediğimiz, bilinmeyen bir ruh tarafından bir türlü kapatıl(a)mamasıdır. Ne var ki, bu “kötü ruh” nice liderin başını yemiştir. Kamuoyu, liderimiz iyiydi de, ekibi kötüydü demez, diyemez. Ya da liderimiz iyiydi de “o diğeri” izin vermiyordu da demez.
Eski Yunan’da bir adet varmış; Bir köprüyü inşa eden mühendis, köprü iskeleleri sökülürken dibinde oturtulurmuş, köprü kötü inşa edilmiş ise ise direkt onu yapan mühendisin başına çökermiş. Bu yüzden hiç bir mühendis, kötü köprüler inşa etmeye cesaret etmezmiş. Şimdi bunu uygulamak mümkün değildir günümüzde, ama daha beter bir köprü vardır başlara çöken, ama seçimden seçime, o da; Sandık…
Başlara köprü iskeleleri yıkılmasın diye güzel bir zırh var: Şeffaflık. Bu zırh korur, ama ağırlığı yüzünden kimse pek giymek istemez. Oysa şeffaflık aynı zamanda öyle güçlü bir reçetedir ki, bir işi gerçekleştirememiş bir lider dahi açık yüreklilikle, bu işin neden olmadığını, neden olamadığını, samimiyetle, eğrisi doğrusuyla vatandaşına paylaşsa (tabii ki medya yolu ile), o karmaşık bürokratik dilin arkasına saklanmasa kamuoyu bu hakkaniyete mukabil o işi “oldurtmayanlara” cevabını verecektir. Belki tek yürek olacak, o işi oldurtacaktır. Neticede liderler de onları seçenler de insandır. Örnekleri vakidir, her ne kadar aktörleri farklı da olsa; Demokrasiye balans ayarı yapmaya çalışanlara balans ayarını halk iradesi vermiştir mesela. İlla bir siyasi partiye boncuk takmak anlaşılmasın, aynı halk iradesi bu kez, Urfa’da “illa şunu seçeceksiniz” diyen iradeye de balans ayarı vermiştir. Yani her kim irade-i halka dik durmuş ise, “tiz kellesi vurulmuştur.”
Şeffaflık olgusu ne kadar kutsanırsa kutsansın, siyasetin kendimize benzettiğimiz zemininde; şeffaflıkla bir hatayı veya eksikliği kabul etmenin “kendi topuğuna sıkmak” ile bir tutulmasından dolayı, kimsenin rasyonel nedenlerle buna yaklaşmamasını haklı bulabiliriz. Bu gerçek, en uç farklı noktalarda olanların dahi, gizli bir ittifakına neden oluyor; adı da ‘suskunluktur’. Susup, gündemin değişmesini bekleyen bir siyasi anlayışın gelenek haline gelmesi pek tabii ki, unutturulması gereken gündemler olduğunda bu kez onlar yerine ‘bomba’ patlatılmasını gerektiriyor. Neticede, haber okumaktan, uzman yorumları dinlemekten zihni bitap düşmüş, birçok büyük olayın kronolojik sırasını dahi unutmaya başlamış ve gerçekçi yorumlar yapmakta zorlanan, manipülasyona açık, yanlış anlamaya ve öfkeye hazır bir kamuoyu tesis ediliyor kasten veya gayrı ihtiyari olarak. Ama aynı sessiz ittifakın sahipleri, şeffaflık zırhını giymediklerinden, eğer inşa ettikleri köprü de kötüyse bir de, iskelelerin altında ezilmeye mahkûmdur. Çünkü gündem manipülasyonları ve bildik pazarlama teknikleri ile yönlendirildiği zannedilen irade-i halk, cevabı vermekte hiçbir zaman gecikmemiştir.
Türkiye’de depremler olur, ölenler ölür, tüm millet seferber olur, devlet elinden geleni yapar. Yardımlar gelir, dağıtılır, depremin yaraları sarılınca demeyeceğim, kalanlar için deprem fikri artık bezginlik vermeye başlayınca, insanlar imkanlar ölçüsünde yavaş yavaş eski hayatlarına geri dönmeye başlarlar. Tabii ki bulabildikleri kadar… Nitekim kiminin evi yıkılmış, kimi işinden olmuştur.
Sonra taşlar yerine oturur. Neyse ki insan olarak unutmak gibi güzel bir huyumuz var. Ve bizler bir zaman sonra hani depremin attığı imzalar kalmasa depremi hafızalarımızdan sileriz.
Süreç budur. Bundan sonra ise süreç olarak adlandırılabilecek pek az şey yapılır. Depremler ve diğer afetler ise koyun sürüsüne dalan kurtlar gibi, ara sıra gelip kurbanlarını alır gider. Sonunda biz bunların hepsine takdir-i ilahi deriz.
Türkiye’deki depremlerden sonra depremler adına yapılanların veya yapılmayanların dökümünü uzun uzun incelemeye hacet yok. Nitekim sonuçlar ortada. Evet, deprem sonrasını öğrendik, arama-kurtarmayı öğrendik, kriz yönetimini öğrendik… Ne kadarına inmiyorum. Teknik konudur nitekim. Ancak deprem öncesini, yani devlete eliyle yapılması gerekeni değil de devletin denetlemesi gereken kısmını bir türlü öğrenemiyoruz… Eğer öğrenseydik, Van’da evet hasarlı binalar olabilirdi ancak yapılar tabuta dönüşmez, bunun yerine içinde oturanların canını koruyarak fonksiyonunu icra ederdi. Tabii ki bunun mesulü de depremde ölenler değil, en azından bir önceki ağır bir depremden sonra ülke genelinde tedbiri alması gerekenlerdir.
DEPREM İÇİN TEDBİR ALAMAMAK AYNI ZAMANDA DİNİ BİR PROBLEMDİR!
Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne, tabiri caizse ülke olarak kendimizi bildiğimizden beridir, deprem olgusu ilk ağır tokadını attığından beridir, bir sonraki sınavda sınıfta kalmamak için tedbir alması gerekenlerdir. Topu kolay yoldan siyasete ve bürokrasiye atmak yok… Çünkü depremlerde can almayan binaları inşa etmeyi öğrenememek Türkiye’nin partiler üstü sorunudur. Çünkü sosyal, insani hatta dini sorunudur. Evet, kutsal kitabında “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” diye yazan bir dinin mensupları olarak bizler yıllardır bu ayetin tersini yapa yapa kazandığımız günahlar bir yana hep canımızdan olduk. İşte o yüzden depremlerle yaşamayı öğrenememek bir dini problemimizdir de.
VAN’DAN SONRA SIRA KİMDE İSE ONLARA ŞİMDİDEN ACIYALIM
Anadolu coğrafyasında, depremlerin periyodunu bilmesek de ortalama olarak bu coğrafyada yaşayan her insanın ömründe karşılaştığı en az bir büyük deprem olduğunu öğrendik. İlla kendisi yaşamasa da, tanığı oluyor. Gölcük, Dinar, Bingöl sonunda da Van… Kesinlikle ama kesinlikle bu depremler de durmayacak, kim bilir eğer ölmezsek Anadolu’da bakalım nerede büyük bir deprem yaşayacağız. Şimdiden konuşalım: Olmuş bitmişi konuşmak yerine, daha olmamışı, ancak yüzde yüz olacağı konuşalım, tedbirini alalım. Sonraki kurbanlar torunlarımız da olabilir. Ya da şimdi kucaklarımızdaki bebekler. Bunlara acımıyor muyuz? Bunların ölmemesi için ne yapılabilir?
Sorunun cevabı Van’da yatıyor. Evet, Van kendinden önce, tıpkı diğer iller gibi, kendisi için kimse bir şeyler düşünmediği için bugün yaşadığımız ıstırapları yaşıyor. Ancak inanıyor ve temenni ediyoruz ki bu sonuncu olacak. Bir daha çadırkentler görmeyeceğiz… Nasıl mı? Çünkü Van bundan sonra aynı hataya düşmeyecek, “işini sağlam yapacak”. Tabut müteahhitlerini tarihinden silecek. Bir daha deprem olsa, tek canını kaybetmeyecek. Bunu başarırsa eğer, bugüne kadar Türkiye’de bir türlü başarılamayanı, depreme dayanıklı yapı inşa etmeyi öğretecek. İşi biten binaları da depremden önce yıkmayı da öğretecek. Böyle inanıyor, böyle inanmak istiyoruz.
Bunu başarmak zorundayız. Çünkü Van depremin yaşanabileceği en kötü iklimde, en kötü şartlarda depremi yaşadı. Depremden daha büyük bir afeti ise yaşamaya devam ediyor o da: Kahredici bir soğuk.
Torunlarımızı seviyorsak, onlara çadır deneyimini yaşatmak istemiyorsak, artık “sağlam binalar yapmayı ve eskiyenlerini yıkmayı öğreneceğiz.”
Biz rüzgara afet demiyoruz Japonlar ise depreme afet demiyor.
Hep bir marka müteahhit bulup şeytan diye ortaya koyup taşlıyoruz. İçimizdeki şeytanlar ise yaşamaya devam ediyor. Dün Veli Göçer bugün Ercişten Salih Ölmez, zihniyet bu olduktan sonra daha çok bina göçer daha çok can ölür. Ama rant hiç ölmez. Rantın var olduğu yerde teknoloji ancak reklam sloganı olarak kalıyor.Rüzgarın yıkabildiği yapılar da vardır. Teknoloji sayesine artık rüzgarla yıkılan yapılarda yaşamıyoruz deprem sonrası kaldığımız çadırları saymazsak. Japonların yapıları için ise depremle rüzgar arasında isim farkı dışında pek az fark var. Adamlar deprem olduğunda aşağı inmeye bile zahmet etmiyor.
Musibet kehaneti bilgelik değil şom ağızlılık olarak nitelendirilir. 14 Haziran 2011’de yayımlanmış bir yazımda şom ağızlılık yapmıştım Van için. Çok katlı yapıların gelişmişlik göstergesi olamayacağını maalesef söylemiştim. Ve söylemez olaydım felakete “hoşgeldin dediğimizi ” söylemiştim. Felaket ise geldi ve maalesef…
Bu saatten sonra söylenecek bir şey kalmadı. Zaten araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur.
Siyasetçisi, deprem uzmanı, mühendisi, mimarı, stk temsilcisi, müteahhiti herkes içinde “yapı stoğu, fay hattı, etriye,beton sınıfı” diye uzayan ve bir noktadan sonra akla emare-i ihtisas olarak söylendiği hissi uyandıran bu kelimelerin bol bol geçtiği konuşmaları sarf.edecek… Bizim haddimize mı düşmüş konuşmak. Ne mühendis ne gazeteci olarak.
Sonra her zaman olduğu gibi zaman gelecek gündem değişecek ve biz kimbilir hangi konuları tartışıyor olacağız…
Ta ki yeni bir depreme kadar.
Nasılsa ahirete inanıyoruz, nasılsa ölenler şehit oluyor değil mi?
Ya kalanlar. Enkazın altında veya üzerinde sağ olarak…
Posted from WordPress for Android
(Dikkat: bu yazı politik değildir, ama anlatılanlar da hayal ürünü değildir)
Çarpık, kontrolsüz, zevksiz bir yapılaşmanın ortasındayız. Daha kötüsü planlamadan, hızdan ve “rasyonel olmaktan” her yönü ile uzak olduğu belli olan “yatırımların” şehri şantiyeye çevirmesiyle, şehrin bazı noktalarında tozdan “göz gözü görmüyor”.
Bir elin parmağını çoktan geçmiş olan inşaatların çokluğu ile, artık inşaatları, şantiyeleri saymaya gerek yok. Çünkü “şantiye-şehir Van’a hoşgeldiniz.”
Kamusu, özeli, kooperatifi yapsatçısı ile bir cezaevi inşa ediyoruz.
Bir kısmı kronik Polyannacı olmakla birlikte, hangi parti veya siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar bazı Van’lılar, gördükleri manzarayı “gelişme” olarak görüyor, “iman ettikleri” (oy verdikleri veya güvendikleri demiyoruz) bağladığı yerin “icraatı” olarak değerlendiriyor.
Belediye sınırları içindeki sorunlu ve bitmeyen işler belediyenin icraatı, belediye sınırları dışındaki işler ise “hökümatın” icraatları olmuş oluyor. İş iştir ! İşte bu kesim için yapılan çalışmaların, şekli, zamanı, hızı, etkinlik ve verimliliğinin önemi yoktur. Hatta bahsini yaparsanız vay halinize… Ya hazımsızlıkla, ya “entellikle” suçlanırsınız. Günahmış gibi…
Oysa sözgelimi daha 2 yılı dolmamış Van Gürpınar yolunun Van çıkışının neden bir anda kazılmaya başladığını, hemen yakınında kıyamette bile “iç kohezyonunu” kaybetmeyecek olan ve 2 metreyi bulmayan toprak yükseltinin civarına neden istinat duvarı yapıldığını merak edilmiyor. Makul açıklaması olabilir (ne zaman olmadı ki), yolun konforunun arttırılması için eğimin azaltılması amacı olabilir, ya da sıcak asfalt dökülecektir o yüzdendir…
Peki iyi de, parasal tutarlarına girip de hiç “tavşanı hatırlatmak” istemediğimiz bu yolların kaderi 2 yılda bir yapboz olması hangi “fenni şartnamede” yazar?
Van için yollar fenni şartnamesinde elbette:
“Van’da yollar 2 yılı geçmeden bozlur, eğer bozulmazsa hemen idare marifetiyle bozulmalıdır. Yoksa ödenekler geri gider”
Buraya kadar olan kısım belediye sınırları dışındaydı. Gelelim belediye sınırlarına; Sebze haline giderken yolun sağında asfalt çalışması “en azından olması gerektiği hıza yakın” şekilde bitirilirken, yolun sol şeridinin, çukur ve tozdan geçilmemesine ne demeli? Bu “sol” şeridin aylardır bitirilmemesi nedeniyle şöförler umudu kesip yukarı mahallelerdeki güzergahları kullanmaya başladılar bile.
Şimdi belediye sınırlarından tekrar çıkalım: Edremit yolu üzerinde Merit Şahmaran otelin yakınında bulunan umuma açık parkın etrafına duvar niyetine yapılan “utanç duvarı”nın yüksekliği hakkında bir fikri olan var mı? Kocaeli Belediyesince yaptırılan bu güzelim park’a illa bir bize has beceriksizlik nişanesi vuracağız. Yoldan geçerken (eğer yükseltimezse) cezaevi bahçesi zannettiğimiz bu park artık görünmüyor. Park duvarı olarak yapılan imalat bir istinat duvarı kadar bile estetikten nasibini almamış.
Tek tek sayarak okuyanı da yazanı da bıktırmamak adına sayamadığımız onlarca yol, kaldırım ve inşaatlar neden sürüncemede kalmıştır? Mali problemlerden olduğunu düşündüğümüz bu sorunlar bir yana, halihazırda çevresine saygı duyan “müteahhit ve mühendisleri” ne zaman göreceğiz.
Hiç kimse, sabahın altısında başlayan bol bağırmalı çağırmalı, küfürlü gür seslere karışan, demir sesleri, yollara istiflenmiş keresteler, kumlar, tuğlalar, briketlerden rahatsız olmuyor mu? Ya da asmolen yapıyoruz diye straforu bile “taşıyıcı sisteme” dönüştüren, Van mühendislik harikası hayalet binaların akıbetinden korkmuyor mu? Toz sayesinde, ayakkabı boyacılarının ve oto yıkamacılarının artışınını hissediyor musunuz?
Hakkaniyet esasına sadık kalarak, anlatılanları topyekün “infaz” olarak değerlendirilmemesini istirham ederim. Ancak “fikir yürütürken” elimizdeki donelerin azlığı da bizim suçumuz değildir. Çünkü Van’da kamu ve özel sektörde “şeffaflık” ve “hesap verebilirlik” sorunu vardır.
Oysa, Türkiye’de değişim geçiren kamu kesiminde tanımlar yerinden oynuyor. vatandaşların “hizmet tüketen” ve “ali idarecilerin, hikmetlerinden sual olunmaz kararlarıyla sunulan hizmetlere razı olmak zorunda” olan “pasifist” varlıklardan, sorgulayan, araştıran, eleştiren, takdir eden hatta “öneren” pozisyonuna geçiyorlar. Eleştiriye mesnet donelerini kurumların beyanlarında, herkes tarafından ulaşılabilir faaliyet raporlarında veya hiç değilse web sayfalarında “kolayca” bulabiliyorlar. Kolaylık konusunun özellikle üzerinde durmakta fayda var. Nitekim “0+000 0+300.Km. D-950 Devlet yolu “ gibi şifreli ifadeleri sadece ehli anlıyor, vatandaş değil…
Yeni kamu işletmeceliği anlayışında, vatandaşlar tam anlamıyla memnun edilmesi gereken “müşteri” olarak görülür. Bu kapsamda şeffaflık tanımına sadece “yapılan” işlerin raporlanması değil, planlanan işlerin, statejilerin, kurumsal kararların da kamuoyu ile paylaşımı şarttır. Çünkü “feodal kamu idaresi” devri bitmiştir.
BARDAĞIN DOLU TARAFINI DA GÖR DİYENLER:
Bu tür kritiklerin geçtiği ortamlarda, yukarıda değindiğimiz “polyannacı” eğilimlere sahip olan kesimlerin Van’daki şehircilik soykırımı için ağızlarına pelesenk ettiği aforizma “bardağın dolu tarafını görmektir”. Ammenna ve saddakna… İyi de bardakta “olmayan suyu” nasıl görelim. Dahası bardak bile yoktur çoğu kez !
İki iş makinası, biraz kum yığını, motor sesleri, bağırıp çağıran insanlar mıdır “iş”. Bunlar nedeniyle sıkışan bir trafikte bir de öğlen vakti park yeri bulamayan, arkasından hep bir telden kornaya basan, kırmızı ışığı geçen şöförleri, yeşil ışıkta arabalara yol vermeyen yayaları, “olmayan üst geçitleri ve otoparkları” düşününce buyrun siz “bardağın dolu tarafını görün”.
Ama ender de olsa bazı “hin” politikaları üretenler bize has, kırdılı döktülü iş tanımını bildiklerinden belki de “gözümüze sokmak” için bunları yapıyorlardır.
Değerli okurlarımızı temin ederim ki, tıpkı bundan önce yazılan yazı gibi Van’da “sokak arasında” konuşulanların özetidir. Hiçbir yere ulaşmayacak, ulaşsa değerlendirilmeyecek, değerlendirilse hakkı verilmeyecek, hakkı verilse gereği gibi icraatlar yapılamaycak olan eleştirilerin bir boyutudur. Hiçbir zaman hedefine var(a)mayacak olması hasebiyle bir monologdan farksızdır. Nitekim kuvvetle muhtemeldir ki yanlızca “mağdur” olanlar bu yazıyı okumuş ve hak vermiş olacaktır, “mağrur olanlar” değil. Bizler değerli idarecilerimizin “iyi” işler yaptıklarını bilsek de, “doğru yerde, doğru zamanda, doğru hızda, doğru kalitede” projeler yapabilme “becerilerini” tam kullanmadıklarını görüyoruz. Bütün bunları eleştirmek için de “sade vatandaş” olmak yettiği gibi, “o kadar biliyorsan sen yap” karşılığına da cevap vermek gerekmiyor. Çünkü biz idareci değiliz ! Lütfen idare edin.
İyi niyetli bir girişim olarak, Van’da zaman zaman büyükşehir olmak için imza kampanyalarının yanında kamuoyunda büyükşehir olma taleplerinin farklı kesimlerce dillendirildiğini görüyoruz.
Peki Van büyükşehir olabilir mi? Bakınız “olabilecek potansiyele sahip mi?” demiyoruz. Olabilir mi? Hatta soruyu daha da daraltarak soralım. Van şehir mi?
Bu soruya cevap vermek için şehir kelimesinin sözlük tanımına bakmak gerekmiyor. Anadolunun istisnalar hariç herhangi küçük şehrine bakıp mukayese ederek bu soruya cevap verebiliriz.
Doğrusu, topyekün bir kentsel eleştiri ciddi her yerde eleştiri almaya çok müsaittir. Nitekim, insanların yaşadığı yer olma tanımının ötesinde duygusal bağlar kurdukları yaşamsal fenomenler olarak kentler hakkında yerinde eleştiriler dahi yanlış anlaşılabilmektedir. Ya da kentsel sorunlar küçümsenmektedir. Oysa Van’ımızın sorunlarını küçümsemek ya da Van hakkında eleştiriye açık olmamak, Van’a yapılacak en büyük haksızlıktır.
Diğer taraftan, bir kent hakkındaki problemden bahsetmek bazen iktidardaki yerel yönetimi eleştirmekle eş anlamlı olmaktadır. Halbuki bir kentin sorunları konuşulurken “günah keçisi” hep yerel yönetimler olmakta ise de, özünde sorunların kaynağı “kent kültürü”dür. Zaten “kent kültüründeki” bir açmaz, doğal olarak sadece yerel yönetimlerde değil, kentin her noktasında zahire çıkan sorunları meydana getirmektedir. Yani herhangi bir kentte, yanlış bir strateji uygulayan belediyesinden, çarpık yapıları inşa eden müteahhidine, kaldırımın orta yerini işgal edip kürsü atan esnafından, kendi esnafına zarar veren gencine kadar, kenti “inşa” edenler, “kullananlar” ve “bozanlar” olarak nitelendirebileceğimiz her kesimin, hatalarının özünde “kent kültürü” vardır.
Ancak illa siyasi malzeme olacak ya, her dönem “muhalif” olan insanlar, o güne kadar görmedikleri çamurları, çukurları, tozu, kabusa dönüşen inşaat şantiyelerini görmeye başlar. Belki de demokrasinin güzel tarafı budur; Sevdiğini eleştirememe hastalığı ile muzdarip olan bizlerin hiç olmazsa sevmediğini eleştirmesi suretiyle hakikatleri anlamasına neden oluyor.
Hakkını vermek gerekirse, kimse kusura bakmasın: Yayınlanan resmi faaliyet raporlarını hesaba katmazsak (çünkü elbette zahirde görünmeyen çalışmalar yapılmıştır ve kayıtlara geçmiştir) sıradan bir kentli olarak Van’da ne şu anki dönemde ne de önceki dönemde, Van’dan en iyi gördüğümüz kısım olarak sokaklarda ve caddelerde “kayda değer” bir değişiklik yok, sonucunu kestiremediğimiz, mukavemetini bilmediğimiz çalışmalar var…
Şimdi değerli okurlarımız yazacaklardır. “El-insaf”, “Keşke filanca mahallenin eski halini görseydin” ya da daha ileri giden eleştiriler. Doğrudur. Şimdi alt alta yazdığımızda bir umut verici çalışmanın bu dönemdeki belediye tarafından yapıldığını izliyoruz. Ancak konu, kimin ne iş yaptığı gibi ‘siyasal’ bir konu değil, çok uzak değil 300-400 km ötede, Diyarbakır,Elazığ,Malatya gibi şehirleri düşünürken Van’a bakıldığında yaşanan “yürek sızlamasıdır”.
Bir yere “asfalt döküldüğünü” görmek kendi başına heyecan verici bir süreç. Sokağınızın temiz olacağına inanıyorsunuz. Ancak yıllardır(yani değil bu dönem neredeyse 3 dönemdir) bazı yerlere asfalt döküle döküle yolun seviyesinin neredeyse kaldırımı geçecek düzeye erişmesine rağmen, daha yolun bir mevsim dolmadan çökmeye başladığını göre göre, artık “aslaft dökmenin” heyecen verici olmadığını anlamaya başlıyoruz. Hele de asfaltın dönüp dönüp sıcak yaz günleri varken, en serin zamanda döküldüğü günleri hatırladıkça.
“İNŞAAT”LAR VE İNŞAATÇİ’LER !:
İster imara uygun olsun, ister olmasın (çünkü imar planları da maalesef çoğukez gelecek için umut vadeder “basirette” olma vasıflarını yitirimeye başlamıştır) yapılan inşaatlar da “kabus” olmaya dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Pencerenizden bakarken, karşı binanın evindeki televizyondan dizi izleyebiliyorsanız (örnekleri var) o noktada “şehircilik” iflas etmiştir. O noktada o evleri inşa edenlerin “imara uyduk” demelerinin de artık kıymeti harbiyesi yoktur. İmara ne kadar uyulduğu da ayrı bir tartışma konusudur.
Van’a has inşaat teknolojileri:
Mimari estetikten de vazgeçtik: Kar altında dökülen temel grobetonunun üzerine daha kurumadan 1 saat içinde temel donatılarının döşenmeye başladığı inşaatlardan tutun, pastan bitap düşmüş demirlerin güzel güzel döşenmesine, kadar akla hayale gelmedik manzaralar görüyoruz. Ya da kazılan temellerin etrafının açık bırakılarak, başta çocuklar, hatta gece ilgili mevkiiyi bilmeyen şöförler için bile tehlike arz etmesine ne dersiniz. Koskoca binayı dikmek ucuz oluyor da (çünkü betonun kurumasına bile zaman vermeden alel acele yapılanlar var) bir temel kazısından önce nizami bir biçimde inşaat sahasının etrafını çevirmek, hatta inşaat yükseldikçe “kendisine ve halkına saygısından” branda çekmek, pahalı oluyor demek. Bir de Engin Sarı arkadaşımızın yazısında değindiği: Beton firmalarının araçlarının şehirlerarası yolları hergün mütemadiyen topraklaması ve Karayolları ekiplerinin bu toprakları süpürge ve fırça ile temizlemeye çalışması.
Hakikaten başka yerde yok.
İşin kötü yanı, bu inşaat “ucubelerimiz” bittiğinde eğer şehir içi ise 100 ila 200 milyon TL (eski para ile milyar) arasında ekmek peynir gibi satılacak. Bir İnşaat Mühendisliği hocamızın belirttiği gibi: İnsanlar binanın jakuzisine, fayansına kapılıp, bir gün başlarına yıkılabilecek kolon ve kirişlere hiç bakmıyorlar. Hoş, baksalar da inşaat bittikten sonra zaten anlaşılmayacak.
Emlak Kehaneti: Van’da ev fiyatları bir anda düşecek.
Ancak bu çarpık, “seri üretim” emlak sonunda ekonomik olarak patlama noktasına çok yakındır. Nitekim iktisadın bilindik bir kuralıdır: Art-talep dengesi. Van’daki arz “yüksek getirileri yüzünden” talebi aştığından, artık fahiş fiyatlara ev satılamayacak noktanın yaklaştığını söyleyebiliriz. Üzerine bir de banka kredilerinin faiz oranları yükselir, kredi şartları da zorlaşırsa, o zaman fiyatların tepe taklak olacağı kehanetini şimdiden söyleyelim.
Parklar ve bahçeler
Çocukları olmayanlar için pratik bir faydası olmayan (en azından Van’da) Park ve Bahçelerin, yeni yapılanlar ve göz önünde bulunanlar haricinde “ücra” mahallelerde parkları durumu içler acısı. Çocuklar hiç de haketmedikleri kötü ortamlarda oynamak zorunda kalıyorlar. Oyun araç gereçlerinin ise çoğu tehlike arz ediyor.
Elbette bu durumun kaynağı da “şimdiki belediye” veya “önceki belediye” diye kestirip atmıyoruz. Sorunun ardındaki zihniyet hatasını görmeye eğiliyoruz. Bir temizlik aracının üzerindeki veciz sözün benim uydurduğum versiyonunda dediği gibi, “çocukları hor gören, geleceği zor görür”.
Biz de çocuklarımızı “hor” görüyoruz.
Yükte hafif, reklamda ağır işler de mi zor?
Belediyecilik yönü ile, karar vericilerle empati kurduğumuzda ortaya çok ilginç bir ihmal çıkıyor. Büyük altyapı sorunları gündeme getirildiğinde finansal imkansızlıkları öne süren idareciler, park ve bahçelerin finansal olarak çok küçük değer ifade eden “bakımları” yani sadece temizlikleri, sulanmaları, küçük onarım işleri, ağaç ve çiçeklendirme işleri gibi “yükte hafif”, “reklamda ağır” işleri yapabilirler. Böylece seçmenler için altyapıdan daha çok göz dolduran, bir yandan da bazı insanların haksız yere eleştirdiği “çiçek böcek” işleri ile bile olsa kenti güzelleştirebilirler. Bu dahi yapıl(a)mıyor ve yapıl(a)madı.
“Çiçek böcek” işleri diye eleştirilen işlerin, özünde iyi uygulandığında uygulayıcılarının bir veya bir kaç dönem daha seçilmesini sağlayan bir yönü vardır. Ancak Doğu’da henüz keşfedilmiş değildir hehalde. Bu basit varsayımın gerekçesi de bellidir, “güzel gören güzel düşünür”. Parklarda, röfujlarda bahar aylarında canlı, toza bulanmamış ve rengarenk çiçekler, çokça övülen ancak bir türlü bitmeyen altyapı işlerinden daha iyi “siyasal” sonuçlar verebilmektedir pekala.
Yüksek betonarme binalar “gelişmişliğin” göstergesi değildir.
Şehrin de şehirciliğin de anlamı sakinleri için “değer yaratmaktır”. Betonarmeye dayalı kentsel mantık, yüksek katlı binaları “gelişmişliğin” göstergesi olarak yorumluyor. Oysa ABD’de tornadolara, Japonya’da tsunamilere dayanmayan şehir siluetlerinde gördüğümüz tabloda “insanların ikamet” ettiği yerlerin neredeyse hepsi sadece bir kaç katlı. Velev ki, “gelişmiş ülkelerde” trend yüksek katlı yapılara yönelik olsun, bu “farz” mı? Deprsemsellik yönü ile az katlı ve düzenli yapıların daha güvenli olduğunu bilmiyor muyuz? Ya da kentlerin çok yüksek katlı yapılar yüzünden sıkışması yerine, yatay genişlemesi daha iyi bir kentsel yaklaşım değil midir?
Van gelişiyor derken, etrafımızdaki inşaat diye adlandırılan hayaletleri anlıyorsak, bu binaların “bela” olacağı günlere hoşgeldin diyoruz.
Büyükşehir olma “vehmi”
Hukuksal sonuçları bir yana Van büyükşehir olduğunda ne olacak. Sabah uyandığımızda yepyeni bir şehir görmeyeceğiz. Kuvvetle muhtemelen, büyükşehir vasfı kazanıldıktan 1 yıl sonra da bir şey değişmeyecek. Belki de özünde ancak şehir olacağız. Belki de bu girişimin sebebi de budur. Kendi oturdukları mahalleleri beğenerek, beğenilerini Van’a yayanlar varsa, Van’ın mahallelerini tek tek dolaştıktan sonra büyük fotoğraf üzerine bilahare yorum yapabilirler. Samimi olalım, büyükşehir olma potansiyeli “henüz” yok. Bahşedilmek suretiyle Van büyükşehir olacaksa olsun elbette, ama hakkını vermek gerek.
Makamlarla liyakat arasınsa bir bağı gerekli görmeyen bir kültürün mensupları olarak, şehrimiz için peşine düştüğümüz hukuki statü için gerekli şartlar için de aynı bakışla “geçiştirici” bir yaklaşımla düşünüyoruz.
Ya da siyasal bir malzeme olarak ileride duyacağımız “aha da sizi büyükşehir ettik” siyasal “haklı” malzemeye şimdiden zemin hazırlıyoruz.
“Büyükşehir” olma payesi gümüş tepside sunulursa geri çevirelim fikri anlaşılabilir. Elbette geri çevrilmez. Ancak şu husus unutulmamalıdır: “Sokakta yürüyen bir Van’lının hayatını kolaylaştıran, ya da bir engelli için tekerlekli sandalyesi ile şehri yaşanılabilir kılan yahut küçük bir çocuğun parklarında keyifle oynayabileceği değişikliği sağlayamayan şey, ya da Van’ın temiz bir şehir olduğunu hissini vermek suretiyle ekonomiyi canlandıran bir şey değilse yapılacak ve yapılmış çalışma her ne olursa olsun pek de anlamlı değildir”.
Bu sabah, daha doğrusu gece yarısı sabah namazından önce daha önce çok duyduğumuz anacak şahit olmadığımız Hıdrellez’i görmek için Akköprü deresine gittik. Anlatılanlar kadarı ile ellerindeki kağıtlara dileklerini yazanları, mum yakanları, bir de en merak ettiğimiz ise dileklerini küçük çakıl taşları ile dere kenarındaki düz yerlere resmedenleri görmeyi bekliyorduk. Beşyol mevkiinden ilk indiğimizde bir kaç kişiyi görünce herhalde “dilek tutacak kimse kalmamış” diye düşünmekteydik. Hıdrelleze en çok, ev, araba, evlilik ve çocuk için gelindiğine göre heralde bunların tamamına sahip olanlar bitmiş diye gelmemişler diye tevil yoluna gittik. Hatta topu bankalara atarak, krediler sayesinde herkes ev sahibi oldu, artık Hıdrelleze de gelmiyorlar gibi biraz ileri ! bir yorum da yaptık.
Oysa esas etkinlik ilerideydi.
Gece o saatte beklenmeyecek bir kalabalık Aşağı Norşin camisi civarında köprü üzerinde idi. Kimi arabasının müziği açmış halay çekiyor, kimi derenin ıslah duvarlarının üzerine dileğini çakıl taşları ile resmediyor, kimi namaz kılıyor, kimi dua ediyor, kimiyse olup biteni keyifle izliyordu.
Doğrusu, insanların çoğunun yukarıda saydığımız 4 unsur başta olmak üzere dilekleri için toplandığı ve canı gönülden istediği bu “mistik” ortam görülmeye değer.
Hıdrellezde görüştüğüm birinden duyduğum keyifli hikaye ise gerçekten güldürecek cinsten:
Trafikte işaret dili ile anlaşmak:
Hıdrellez’de evden çıkılıp derenin başına gidilene kadar konuşulmuyor. Herkes mimiklerle, jestlerle anlaşıyor. Gece hıdrelleze giderken yolda görülen adam, bize hikayeyi anlatana el kol hareketi ile epey bir şeyler anlatmış. Adamcağız, önce hıdrellez olduğunu unuttuğundan, el kol hareketi ile gecenin o vakti arabasıyla ilgili sorunu anlatmaya çalışıyormuş !
Cep telefonumun “idare eden” kamerasından çektiğim bazı kötü görüntüleri ve hikayelerini anlatayım. Anlatayım ki, seneye siz de bu ilginç etkinliği yaşayın.
Ev, araba ve yazlık:
Çoğunlukla çakıl taşları ile bazen de sanat sınırlarını zorlayacak çekirdek kabukları ile yapılan evlerin genel görüntüsü klasik bir ev. Ancak bazıları 4 kat atmış, bazıları ise resmen villa yapmış. Elbette dileklere saygı duyuyoruz. İyi de villa için de Hıdrellez’e gelinir mi?
Hıdrellez’de ABD’ye gitmek isteyen biri
Bu resimde ise Van’da direkt USA yazıp ABD’ye gitme talebini dile getiren birini görüyoruz
Gelin, Damat ve Çocuk:
Çöp adamların cinsiyeti belli olmasa da genel havasından, gelin veya damat oldukları anlaşılıyor. Elbette çocuk da olabilir.
Üniversite ve Açık öğretim talepleri:
Ev resim yaptığını zannederken, karşılaştığımız bir hanımefendi, üniversite çizmiş. Geçen yıl üniversiteyi kendisi için çizip, kazandığını söylüyor. Bu kez başka bir yakını için çizime gelmiş.