BİRİ BİZİ (G)ÖZETLİYOR…

5 dakika


Biri bizi gözetliyor, kadının sesi, biz evleniyoruz gibi hep “biz” ile ilgili olan programlar toplumsal ürünlerini yavaş yavaş vermeye başladı. Bu programlar ve bu programların ortaya çıkardığı( belki de bu programları ortaya çıkaran) nesil de yüzünü göstermeye başlıyor. Bir zamanlar ‘saklambaç’ gibi programlarla temeli atılan ‘bu değerli?’ programlar şimdinin birçok dizinin de işlenen değişmez bıktırıcı konularıyla devam ediyor.

Bazı gazeteler cinsel sorunlarımızla sağ olsunlar o kadar ilgililer ki tam sayfa soru-cevap köşeleri hazırlıyorlar. Bu köşelerde sorulan soruları da artık ezbere biliyoruz, cevaplarını da. Ya (nedense hep) Anadolu’nun bir köşesinden genç bir kızın korkularını çare arıyor, ya yine Anadolu’nun bir köşesinden İstanbul’a gelmiş bir delikanlı AIDS olur muyum? Diye soruyor. Cevaplar değişmiyor, bir köşe yazısında iktibasa bile layık olmayan bu cevapları yazmaya gerek yok, herkes biliyor.

Bugüne kadar zaten hep o taraftan bu tarafa sürüklenmeye çalışılan toplum bu kez “hiçbir yere sürüklenmemeye, aşağı çekilmeye çalışılıyor”. Evet, bir yerlere sürüklenmekten bezmiş olan toplum da medyadaki ‘tarafsız’ yayınları çekici buluyor. Kabul etmek lazım ki bugün bu programlar artık ilgili kuruluşlara “halk böyle istediği için yayınlıyoruz, bu arz-talep meselesidir” dedirtecek kadar revaçta. Halk da haksız değil; mesela normal bir ev kadınının evde ilgiyle izleyebileceği hiçbir şey zaten yok. Haber diyeceksiniz o da ya bir ev kadınını haberden nefret ettirecek kadar entelektüel, ya da… Ya da bildiğiniz üzere magazin programlarını aratmayacak kadar seviyesiz ki buna haber demiyorum –zaten magazin namına- izleniyor.

Elbette tek bir şahsa veya salt bir medya kuruluşuna atfedemeyeceğimiz bu süreç birinci dünya savaşından sonra uzmanlarca “çılgın yıllar” olarak nitelendirilen yılları hatırlatıyor. Birinci dünya savaşının buhranından henüz çıkmış olan Avrupa’da savaşın toplumda açtığı yaralar çarpık bir eğlence ve özgürlük kültürü ile kapatılmaya çalışılmıştır. Bu kültürün içinde etik öğesi ile zaten savaşın etkisiyle çoktan oyulmuş durumda. Birinci dünya savaşından sonra “Freud’çu yaklaşımdan etkilenen gençler yerleşik ahlaki ve entelektüel değerlere karşı özgür olmak istiyorlardı. Cinsel davranışlar Viktorien dönemin gizlediği ‘puritanizm’in üzerindeki örtüyü kaldırdı. Kadınların, en azından bazılarının, kendilerini daha fazla özgür hissetmesi ile hareket daha da güçlendi(*1)” Sinemanın da artık bir sanat olarak görülmeye başlanması, resimde mimaride felsefede yeni ve biraz da çarpık kırılmaların olduğu dönem yine birinci dünya savaşı sonrası sürece tesadüf eder. Endişeyle sorulması gereken soru şudur; aynı çarpık eğlence sürecine girmiş olan gençliğimiz hangi savaşın buhranını atmaya çalışmaktadır?

RTÜK’ün cezalarından birinin de ‘kültürel içerikli belgesel’ yayınlamak olduğu bir ülkede toplumun kültüre ve sanata bakışının ne olduğunu tahmin edersiniz.

Anlattığımız şekliyle bu ve benzeri söylemler gerek mezkûr medya kuruluşlarının kalemşörlerinin gerekse dar düşünen bazı insanlarımızın karnını ağrıtagelmiştir. Durum böyle oldukça bu gibi yazılar ne ilk ne de son olacaktır. Öyle ya eğitime, sanata kültüre ne gerek var, bunlarsız da hayat olur. İşte tam bu noktada Hitlerin sağ kolu olan Himmler’in dürüstçe söylediği ve bana her zaman bir şeyler hatırlamış olan tarihi bir sözü vardır:

“Doğunun Alman olmayan sınıfı için dört sınıflık bir ilkokuldan daha yüksek bir okul olmamalıdır. Bu okulun hedefi yalnız şu olmalıdır:

· En çok 500’e kadar sayı saymayı öğretmek

· Almanlara karşı itaat, dürüstlük çalışkanlık ve uslu olmanın Allah’ın emri olduğunu öğretmek.

Okuma öğrenilmesini gerekli bulmuyorum. Doğuda bu okuladan başka hiçbir okul olmamalıdır. Genel Valilik bölgesinin nüfusu bu yöntemlerin kesin uygulanmasından sonra önümüzdeki on yıl içerisinde haliyle düşük değerli bir halktan oluşacaktır. Bu nüfus, lidersiz işçiler olarak emirlere hazır olacak ve Almanya’ya her yıl belli işler (yol, taş ocakları, inşaat) için bir kısmı gezici olan işçiler sağlayacaktır.” (*2)

Medyanın fonksiyonları:

Konumuz medya politiği değil medya etiği olduğundan medyanın toplumsal değerlerle ilişkisini sorgulamak daha uygun olacaktır. Bir medya kuruluşunun nasıl olması gerektiği çokça yazılan bir konu olması yanında konumuzun da dışındadır. Bu bağlamda biz sadece sorunu yapısal olarak ele alacağız:

Medya kuruluşlarının toplumların dünya görüşlerine yoğun bir şekilde etki yaptığı bilinen bir gerçektir. Özellikle televizyonlar neredeyse insanların düşünceleri üzerinde salt manipülasyon yapabilecek etkiye sahiptir. Bu gerçeğin iyi bilinmesinden olacaktır ki toplumsal manipülatörler, siyasetçiler hatta devletler bile medyanın bu fonksiyonunu dikkatle ele alırlar. Bu durumu en orijinal şekliyle ABD’nin El-Cezire televizyona yaptığı baskılarda görebiliriz. Öyle ki ABD dünya kamuoyunun kendisi hakkındaki bilinen fikirlerin zedelenmemesi için El-Cezire televizyonuna yoğun baskılar yapmıştır. Hakeza 11 Eylül saldırıları sonrası yine ABD, kulelerin civarındaki yıkıntıların ve insan manzaralarının birçoğunun çekimini engellemiştir. Ancak sıra medya üzerinden psikolojik savaşa gelince ABD Cenevre sözleşmesini ihlal ederek; Guantanamo’yu, Ebu Ğureybi ve Saddam Hüseyin’in oğulları Uday ve Kusay’ın façası bozulmuş cesetlerini ‘el altından’ da olsa yayınlayabilmektedir. Bu durumda kızılacak bir taraf yok, ABD bilinçli bir şekilde ‘medya mühendisliği’ yapmaktadır.

Bizdeyse bırakın medya mühendisliğini, ya her şey basılmak veya yayınlanmak üzere medya için yapılmakta, ya da medya keyfi olarak yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Elbette medyayı keyfi olarak yönlendirmeye çalışmak kamuoyunun haber alma hakkına yapılmış bir darbe olacaktır ancak medyayı kamuoyu konsensüsünce belirlenmiş bir takım değerlere uyma konusunda tesir altına almak yanlış olmayacaktır. Ancak haber alma hakkı denilirken takdir edilecektir ki: Gazetelere arka sayfa güzeli koyma hakkı bu hususa dâhil değildir. Toplum arka sayfa güzelleri olmadan da haber alabilir.

Televizyonlarda yayınlanan ve ilk etapta aldığı tepkiler kulak ardı edilen bazı programların son meyvelerini ‘ne tuhaftır ki yine gazetelerden, televizyonlardan duymaktayız. (şükür rekabet var)’ . Cinayetlere kadar varan bu olayların önüne geçmek için, merhum Özal’ın deyimiyle ‘izlemek istemeyen televizyonun kapatma düğmesine bassın’ demek yeterli midir veya bu programlara ala bir sansür koymak toplumun haber alma hakkını engellemek mi olacaktır?

İnternet çıktı reyting bozuldu!

Televizyon kanallarının izleyici tutumlarını ölçmek için kullandıkları üstelik de değer verdikleri ve değer vermek zorunda oldukları yöntemlerin acayipliği malumdur. Ancak İnternetin hızla yayılması, ucuzluğu, veri transferinin ve yayıncılığın eski yöntemlere göre çok daha kolay olması İnternet’in televizyonun pabucunu dama atacak gibi gösteriyor. Zaten şimdiden Web TV’ler çıktı bile. Bu süreç böyle kalmayacak. Daha profesyonel Web TV yayınları için IP-TV denilen teknoloji geliştirilmeye devam ediyor. Bu ne anlama geliyor? Web TV’lerin evlerimizdeki ‘ilkel TV aletlerinin’ yerini aldığı gün artık reyting reel olacak, yani bir yayını izleyenlerin gerçek sayısı ne ise o reyting o olacak. Üstelik saat farksız, yani istenen yayın istenen saatte izlenebilecek, bu durumsa ‘hele bir televizyonu açalım, bakalım ne var’ cümlesini tarihe karıştıracak. Bu olgular uzak değildir; o günler geldiği zaman eminim birçok medya kuruluşunun sonu olacaktır.

DİPNOTLAR:

*1: Langlois G. , Boismenu J. Lefebvre L. , Regimbalde P.- 20.yy Tarihi– Nehir Yayınları-Aralık 2000

*2: Haffner Sebastian– Hitler Üzerine Notlar, bir despotun patolojik dünyası-Gendaş Yayınları-Mayıs 2001

Suat ATAN

31 Tem. 05

Gürpınar-VAN